Nasıl bu kadar saçmalayabiliyorum

       Her şeyi anlamıyorum ama bazen anladığım kadarıyla bile birçok şey beni yoruyor. Bazı bilmelerin ağırlığını kaldırmakta zorlanıyorum, anlamak bu kadar külfetli bir eylem olmamalıydı. Anlatmak da en azından o kadar kolay olsaydı ya da mesela. Anlaşılmak hepsinden kolay olsaydı. Oysa hiç de öyle değil. İçimizde adlandıramadığımız birçok duygu durumu oluyor. Anlamak da aslında biraz bunlardan biri. Biz bir kelime olarak onu somutlaştırmaya çalışmışız belki ama tam yerini bulamamış sanki, en azından bana öyle geliyor. Bana çoğu şey öyle gelir zaten. Konunun esası öyle değilse bile bana öyle geliyor olabilir yani. İnsan olmak da biraz böyle değil mi işte. Tek bir doğru, tek bir yanlış, tam olarak tanımlayabileceğimiz herkesin kafasında aynı şey belirecek tek bir şey yok aslında. Masa dediğimde kiminin aklına yuvarlak, kiminin kare, kiminin dikdörtgen bir masa geliyor; mutfak masası, salon masası, çalışma masası vesaire çeşitleri çoğaltmak her nitelik açısından mümkün. Neye aşinaysak, en çok neye maruz kalıyorsak sanırım o bize daha makul geliyor ama diğerlerinin yok olduğu anlamına gelmiyor bu. Anlatırken masa diyerek geçiştiriyoruz mesela ama karşı tarafta bu masanın karşılığı bizim anlattığımız masa mı gerçekten? Çoğunlukla hayır muhtemelen. Tamam elbette masayla alakalı bir konu yoksa onunla ilgili detaya girmeyebiliriz belki ama benim kafamda da nedense olayları iyice detaylandırıp, fi tarihinden alıp bugüne getirmediğimde her ayrıntıyı ince ince vermediğimde anlaşılmayacakmış gibi geliyor. Kabul, bu benim konuşmayı ve boş yapmayı sevmemden kaynaklanıyor olabilir ama yine de anlatmak biraz böyledir ve zordur. En zoru ise anlaşılmak tabii ki. İnsan bazen anlaşılabilmek için elinde ne var ne yoksa vermek isteyebilir. Çünkü varlığımızın gerekliliklerinden biri de anlaşılma ihtiyacı. “Ben seni anlıyorum” cümlesi. Ama içi dolu olan bir cümle muhakkak, öylesine söylenmiş değil. İnsanın hayatında bunu hissedebilmesi bence biraz lütuf. Bunu daimi olarak içinde yaşayabilmesi ise artık nirvana falan. Hayatında böyle insanlar varken kesinlikle yaşamak çok daha başka bir hal alıyor. Ne söylersen, ne yaparsan seni bir noktada anlayabilecek birilerinin varlığını bilmek çok güzel ve biraz da tuhaf. Çünkü düşünsenize her an “evet seni anlıyorum” hissi veren biri var yanınızda. Aşırı saçma bir şey söylediniz ya da yaptınız, yani mesela toplum nezdinde birçok kişi tarafından yadırganacak bir iş yaptınız diyelim, en basitinden ağaçtan baş aşağı sarkıp şarkı söyleseniz -ki bence oldukça makul bir hareket- yanınızdaki kişi size bakıp gülümsüyor. Alaycı ya da kınayıcı bir gülümseme değil bu, şefkat dolu ve sizi dünyada en iyi anlayan bakış hissi veren bir gülümseme. Bunu yaşayabileceğim şükür ki epey insan var. Fakat bazen de zaman geliyor ki insan en yakınındakileri anlamakta zorlanabiliyor. Neyi neden yaptığı, neden yapmadığı her şey kafanızda bir soru işareti olarak kalıyor. Ya da tam tersi sizin yaptıklarınızı o anlamakta zorlanıyor. Bunun çatışması o kadar yıpratıcı ve o kadar derinden etkiliyor ki insanı. Kimsenin bunu yaşamamasını dilerdim hayatta.

    Bu dönem derslerimin çoğu bir şey tarihini içeriyor, siyasal düşünceler tarihi, iletişim tarihi, sinemanın, televizyonun, sosyolojinin tarihi vesaire. Bi hocam ‘az önce bile tarihin konusu oluverir’ gibi bi şeyler söylemişti. Gerçekten öyle, her şeyin bir tarihi var ve bu tarih dediğimiz şey çok fazla. Birçok şeyi aslında tarihini bilmeden tam olarak kavrayamıyoruz. Ama bilmesek de bir şekilde yaşayıp gidiyoruz. Yine de öğrenince insan bi vov buralara mı gelmişiz diyor. Mesela geçen bir derste hocamız insanlık tarihinin 40.000 yıllık bir geçmişi olmasına rağmen bu teknoloji nasıl son birkaç yüzyılda bu hale geldi diye sordu. Neden daha önce gelişmedi bu kadar diye düşündük. Ben de önceki gün sınava çalışırken devlet kavramının son 5.500 yıldır falan var olduğunu okudum slaytlardan. Yani demek ki önceden devlet de yokmuş; yazının tarihi de 5500 yıla dayanıyor, yani yazı da yokmuş, insan bazen diyor ki yauv bu insanlar napıyormuş yani önceden. İşte hayatta kalmaya çalışıyorlarmış falan, bu işlerin buralara gelebileceğini herhangi biri öngörmüş mü bilmiyorum. Mesela biz şu an birçok şeyden haberdar olduğumuzu sanıyoruz ve teknolojinin geldiği son noktada tuhaf senaryolar kurabiliyoruz geleceğe dair. Fakat geçmişte mesela bir tıkla insanların tüm dünyaya ulaşabileceği durumu tahayyül edilebilmiş midir sanmıyorum. Bilemiyorum Altan bu konular benim kafamı karıştırıyor ve sanki hiç derdim tasam yokmuş gibi bunların derinlerinde kaybolmak istemiyorum ama içine de çekiliyorum. Hayır yani zaten takvim dediğimiz şeyi de biz üretmişiz bazı mecburiyetlerden dolayı, mesela bir gün neden 24 saat, bir dakikayı kim 60 saniye olarak belirledi, saniyeler daha uzun olamaz mıydı, matematik mi açıklıyor tüm bunları coğrafya mı kader mi şeklinde biraz yükselmek istiyorum, ki ben zaten genellikle yükselirim. Zeynep Sevde isimli çok sevdiğim bir çocuk edebiyatı yazarı, Taze Kitap’ın yayın yönetmeni var. Kendisini instagramdan hayranlıkla takip etmekteyim. Şu sıralar dünyanın öbür ucunda seyahat halinde. Hikayelerinde sağ olsun bizimle de paylaşıyor oraları. Buzullarda yaşayan yerli halk kıyafet kullanmadan önce kendilerini balık yağıyla bezeyip yaşıyorlarmış, sonra ‘çağdaş’ avrupalı kıyafeti götürmüş ve oraları boyunduruğu altına almış, yerli halka ne olmuş dersiniz? Hepsi ölmüş, çünkü kıyafetler yüzünden soğuktan donarak ölmüşler. Kıyafetsizliği savunmuyorum fakat her yenilik de maalesef hayatımıza güzellikler getirmiyor ve çağdaşlık her zaman iş görmüyor. Her neyse bu aralar sanırım biraz düşünmek hoşuma gidiyor -çoğunlukla çok hazzetmem maalesef çünkü güzel şeyler düşünmem pek- o yüzden de hep bunlar dönüyor kafamın içinde aşağı yukarı. Yapmam gereken milyon tane iş yokmuş gibi işte böyle kendime serkeş fikirler edinirim, çünkü asilik benim kanımda var sanırım biraz, ben uyumlu olamıyorum.

    Biraz da sekinet halinde yapmam gerekenlerden bahsedelim madem ve on bir ayın sultanının gidişinden. Resmen yine bitti gidiyor. Bayramı karşılamanın buruk sevinciyle Ramazan’ı uğurluyoruz. Dilerim yeniden kavuştuğumuzda hayatımda yapmak istediğim değişiklikleri yapmış olabilirim. Bayramlar artık yaz tatiline değil okul dönemine gelmeye başlıyor. Ben küçükken çoğunlukla sonbahar kış aylarında bayramlar olurdu ve okul tatili verirdir bayram vesilesiyle, bu güzel bir olaydı şimdiki çocukların da biraz ucundan kıyısından bunu yaşamaları güzel. Gerçi bu yıl tam ara tatili bayrama denk getirmişler ama olsun. Yarın son sınavıma gireceğim için mutluyum, günde 3 er sınava girmek suretiyle hızlı bir sınav haftası bitirişi yapmışım gibi oldu ama güzel oldu bence umarım sonuçlar geldiğinde de hala fikrim aynı olur. Teze hala başlayamadım ve bu yavaş yavaş moralimi bozmaya başlıyor ama halledeceğim sakiniz. Daha kendime yeni geliyor gibi hissediyorum son bir haftadır. Şimdi araya bir bayram tatili sonra bir hafta bir gezme tozma, mayıs başı oturacak taşlar yerine. İşte siz beni bir de o zaman görün. Kendimi gazlamaya aynen devam. Neticede bir büyü dükkanımız yok ki gidip dilediğimiz şeyi bir bedel karşılığında edinip gelelim. Büyü Dükkanı isimli bir kitap serisi var oraya gönderme yapmaya çalıştım bu sayede kitap tanıtımını araya sokalım, kendisinin ilk kitabını lisede yurtta kalırken okumuştum ve bayıldığımı hatırlıyorum, kütüphaneden mi okudum bir hocamızdan mı aldım hatırlamıyorum ama benim kütüphaneme girmedi o kitap. Yıllar sonra bir yerde karşılaştık kendisiyle aaa bu o kitap dedim ama o zaman neden bilmiyorum almadım. Belki internette de karşılaşmış olabiliriz o kısmı hatırlayamıyorum ve bu konuda hafızam bana küçük oyunlar oynuyor, geçelim. Sonra bu kitabın serisi olduğunu öğrendim, alayım dedim öyle duruyordu, sonra doğum günümde pek sevdiğim bir arkadaşım göndermiş teşekkürlerimizi iletelim. Hepsini baştan alarak okudum ve aşırı güzel bir fikirle yazılmış, asla yormayan, akıp giden bir seri. Psikolojide şu an hatırlamadığım bir teknikten esinlenilerek kaleme alınmış hikayeler psikodrama olabilir yanılmıyorsam. Yazar hanımefendi de psikologmuş meğer zaten, bu bilgilere vakıf değildim ama hani böyle küçükken yediğiniz bir yemek damağınızda kalır ve bi daha yiyemezsiniz ama hep o lezzeti ararsınız ya biraz öyleydi kitap benim için. Çok güzel olmasaydı hayal kırıklığına uğrardım ama yine de bulduğum için sevinirdim. Neyse öyle işte bu da kitap önerimiz olsun ve artık yazımızı bitirelim bakalım. Bu kadar kısa süre içinde yazı yayınlamak bana da sürpriz oldu ama aslında birkaç gündür yazmayı planlıyordum çünkü o kadar uzun zamandır böyle içimi dökmemişim ki yazılacak bir sürü şey var hala. Sadece çoğunlukla düşüncelerimi not etme gibi bir adetim maalesef olmadığı için ve genellikle o düşünceler sonra kaybolduğu için ve ben yazılarımı bir oturuşta yazdığım için böyle tam anlamıyla bütünlük oluşturan metinler çıkamıyor ortaya. Bazen de tam oturuyorum yazıyorum, kafam dağılıyor birdenbire, öyle yazdığım o yazı kalıyor gidiyor ve bırakıyorum yazmayı. Belki bir gün o yarım yarım bıraktıklarımı da tamamlayacak cesareti bulurum kendimde. Şimdilik elimizde ne varsa onunla idare edeceğiz.

    Bayramın bayram oluşunu hissedebildiğimiz, sevdiklerimize her an sevdiğimizi yürekten haykırabildiğimiz, anlamaya ve anlatmaya özen gösterdiğimiz, bıkmadan bunun için çabaladığımız, anlaşıldığımızı hissettiğimiz yerde ömür boyu kaldığımız bir yaşam diliyorum. Yazının yazılması boyunca bana fonda eşlik eden o şarkıyı da sizler için buraya bırakıyorum. Müthiş huzurlu bir tınısı var ve konunun anlam ve önemine de hitap ediyor.

"kalbim anla / kırıldım sanma / yine de gel çare ol sen bana" 

Evrencan Gündüz & Naz Özgülüş – Çare Ol Bana

https://music.youtube.com/watch?v=3uv47iKKAl0&feature=share

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yüzyıl sonra yeniden

Ben ne yaşıyorum allasen

Yine yolda