öz

       Yaşadıklarımızı sindirebilmek çok zor geliyor bazen. Her gün yüzlerce küçük olay yaşıyoruz. Yeni bilgiler öğrenip bambaşka ilgiler keşfediyoruz. Özünde oldukça basit hayatlar gibi görünse bile karmaşadan geçilmiyor ömrümüz. İkisinin arasını bulabilmek bazen çok kolay gibi gelse de çoğunlukla bulamamak gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz. Söylediklerimizle yaptıklarımız uyuşmuyor. İnsan olmanın gerekliliği adeta tüm bunlar. İnsan olmak beraberinde çelişkiyi ve tutarsızlığı getiriyor. En kendinden emin ve ben buyum diyen bile bir noktada dönüp baktığında uyuşmadığını fark eder. Çünkü daimi bir akış var ve bu akışta değişmemek mümkün değil. Soluduğumuz hava, yürüdüğümüz yol, içtiğimiz su her şey ama her şey ufacık etkiler oluşturuyor hayatımızda. Bu etkiler büyüyor ve karakterimizin esas parçalarına dönüşüyor. Fakat asla bütün olmak söz konusu değil. Asla tam anlamıyla oturmuş, artık kesinlikle değişmeyecek bir hale bürünmek söz konusu değil. Öyle tuhaf bir olay ki kişi ölene dek milyon kez farklı kişiliğe bürünüyor. Bunun içinde değişmeyen şey ise; öz. Elbette bu da değişiyordur, en azından evriliyordur başka bir hale. Yine de tamamıyla değişmesi söz konusu değil sanırım. Günün sonunda dönecek bir evi olmak gibi bir his. Her şeyin sonunda varlığın özüne dönüyor insan. Kendini bulduğu yere. Acılarının, sevinçlerinin, ilk gözyaşının, ilk kahkahasının olduğu yere. Bazen evin yolunu kaybediyoruz mesela. Dolambaçlı yollar giriyor araya, mesafeler uzuyor da uzuyor. Sonunda bir şekilde vardığımızda tozlanmış bir kutunun içinde en kıymetli anıları buluyoruz. Üstündeki tozları şöyle bir üfleyip kapağı kaldırdığımızda bir nefes alıyoruz. Hani deniz kenarına gittiğimizde şöyle bir içimize çekeriz denizin havasını, yağmur yağdıktan sonra toprağın kokusunu ciğerimizde hissederiz. İşte bunlara benzer bir nefes. Huzur mu dersiniz, mutluluk mu, kavuşmanın sevinci mi bilmem. Adına ne derseniz deyin öze ulaşmanın verdiği o his hayatın hiçbir yerinde karşılaşmadığımız bir histir.

       Bazen öyle acılar yaşarız ki ağırlığından bedenimizi hareket ettiremeyiz. Bazen yaşamasak bile öyle acılara şahit oluruz ki bunun şahitliği bile vücudumuzu ağırlaştırmaya yeter. Bir çocuğun sadece doğduğu coğrafyanın kaderiyle ilintili olarak açlıktan ölmesi mesela. Bir annenin çocuğunu deprem enkazında ararken cesedini bulması. Anne-baba olmaya layık olmayan insan demeye dilimin varmadığı varlıkların çocuğunu yalnız başına sokağa bırakması ve onu bekleyen hayatı düşünmek mesela. Bir babanın hasta olan çocuğu için elinden gelen her şeyi yapmaya çalışırken artık bu çabanın boşa çıktığı andaki çaresizliği. Dünyada bir kesimin, canı istedi diye muhtelif gıda malzemelerini heba edecek eğlenceler düzenlemesi; bir kesimin ise yiyecek ekmek bulamadığından o günü de aç geçirmesi adaletsizliği. Bakın eşitlik demiyorum, eşitlik istemiyorum da, adalet diyorum, en azından insani şartlar altında olabilmesi herkesin. Dünya çocukları diyor avrupa insan hakları. Hangi dünyanın çocukları? Aynı dünyanın çocukları mıyız sahi hepimiz. Öyleyse neden rahat koltuklarında Playstation karşısında savaş oyunu oynarken bazılarımız, bazılarımız o savaşın tam ortasında bombaların altında kalarak can veriyor. Neden bazılarımız akşam yemeğinde daha az sevdiği yemek çıktığında burun kıvırırken bazılarımız geçtim yemeği içecek su bile bulamıyor. Neden bazılarımız kumdan kaleler yaparken kumsalda, bazılarımız parmaklıklar ardında suçsuz anneciğinin yanında hayata gözlerini açıyor. Neden bazılarımızın ayağına diken batsa hastaneler, doktorlar ayağına getiriliyor da bazılarımızın babası ilaç parasını denkleştiremediği için gözyaşları içinde bebeğinin cansız bedenini toprağa veriyor. İşte tüm bunları düşününce ben etimle kemiğimle yalnız bu çağdan değil, içinde bulunduğum bu gezegenden nefret ediyorum. Beraber aynı havayı soluduğum, bu dünyanın bu halde olmasına sebep olan her insan zerresinden nefret ediyorum. Kendimden nefret ediyorum en son. Elimi kolumu kaldırıp da ufacık bir değişime mahal vermediğim her an, üşengeçliğe tembelliğe gömüldüğüm, her şeyi bi kenara bıraktığım her an için kendimden nefret ediyorum. Fakat bu da vicdan azabının bir farklı versiyonu işte. Güya kendimden nefret ederek kendimi aklamaya çalışıyorum. Çünkü insanoğlu daima kendini aklayacak bir yol bulur.

       Yazdıklarımın hepsi yetersiz ve anlatmaya çalıştığımın yarısı bile etmez hiçbiri. İçimde bunlardan çok daha başka ve çok daha fazla bir yargılama, sorgulama komitesi var. Ama işte bu kadar tüm yazabildiğim. Çünkü düşüncelerimin en acı vereni hiçbir şekilde bu dünya düzeninin değişmeyeceği gerçeği. Ne olursa olsun, ne zaman olursa olsun. Tarih tekerrürden ibaret ve geçmiş gösteriyor ki bu kavga bu adaletsizlik bu acımasızlık hep vardı. Var olmaya devam edecek ve bu noktada devreye giren şey bulunduğun konum. Ben neredeyim, ben napıyorum, ben insan olarak savunduğum değerlerin hakkını verebiliyor muyum? İşte esas handikap burada başlıyor zaten ve en başında yazdıklarıma geri dönüyoruz. Gün içinde sokakta ne başımıza gelirse gelsin, işte okulda orada burada ne sıkıntı yaşarsak yaşayalım, ne kadar güvensiz olursa olsun hayat, insanlardan ne kadar bıkarsak bıkalım, yorulmaktan yorulmuş bile olsak eve dönüyoruz. Ev belki de her şeyi tamir edeceğimiz, yarına hazırlık yapabileceğimiz, kendimizi avutup teskin edebilmemiz için bize alan sunan kutsal yer. Özümüz de buna benzer bir sistemle işliyor. Umursamaz olmaya başlamışsak, kendimizi kötü hissediyorsak, çaresizliğin zirvesindeysek, başka biri olmaya başladığımızı düşünüyorsak öze dönüşe geçelim. Bu her şeyi tolere edebilir.

       Uzunca zamandır -epey uzunca- yazamıyordum. Yazmayı tercih de etmiyordum çünkü tam bu anlattıklarım doğrultusunda sürüyor yaşantım bir süredir. Değişiyorum, dönüşüyorum. Bu süreçte paylaşacak kadar oturmadı hiçbir fikrim. Hala öyle esasında ama en azından bu yazdıklarım kafamda şekillenmiş ve az çok kelimelerle anlatabileceğim şeylerdi. Özellikle adaletsizlik kısmı epeydir canımı sıkan ve savaşların, katliamların hız kesmeden devam ettiği bu zamanda artık daha içimde tutamayacağım bir şeydi. Bu konu hakkında çok daha uzun ve detaylı pek çok şey yapılabilir. Fakat ben kendimi buna güç yetirecek seviyede görmüyorum. Hakikaten takatim yok bunun için. Sadece bulunduğum konumda, imkanlarım dahilinde elimden ne gelirse onu yapmaya çalışıyorum. Elimdeki iş neyse onu en iyi şekilde yapmak için çabalıyorum. Başkaca bildiğim işe yarar bir yardım şekli de yok zaten. Dağınık olmadığını düşünüyorum yazının. Umarım anlatmak istediklerimi biraz olsun aktarabilmişimdir. Bugünlük bunlar önemliymiş demek ki, içimden bunlar döküldü yazıya.

       Hayatı ciddiye alırken ne bağlamda aldığımızı, kendimiz için düşündüklerimizi başkaları için ne kadar istediğimizi, aynı şartlar altında olmadığımız kişiler için ne hissettiğimizi, ‘dünyanın herhangi bir yerinde bambaşka bir hayatımız olsa nasıl olurdu’ fikrini ne sıklıkla aklımızdan geçirdiğimizi düşündüğümüz, insan olmanın tüm bu karmaşanın ta kendisi olduğunu unutmadığımız, üzerimize yüklenen bu ağır sorumluluğu kaldırabilmek için ne kadar çabaladığımızı belirleyebildiğimiz günler diliyorum hepimize. Özümüze dönelim ve bir şiir miktarı dinlenelim. Eminim iyi gelecek.

eski ama eskimeyecek bir nida bırakıyorum:

sen gözlerime bakma ey filistin

Yorumlar

  1. özlemişiz satırlarını ve özünü bize açtığın için teşekkürler 😽💛

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. hüğ ben teşekkür ederim bu satırların şahidi olduğun için :') <3

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yüzyıl sonra yeniden

Ben ne yaşıyorum allasen

Yine yolda