Ziyade
Olaylar her zaman bir sonucu doğurmaz, bazen de sebepleri doğururlar. Bunu incelikli olarak bir düşünelim.
Arkasını döndüğünde annesiyle göz göze geldi. Yanı başında henüz 3'üne giren kızı duruyordu. Omuzlarındaki yük sadece onda değildi, yine de sadece ona yüklenmiş olanları da vardı. Evet şehit herkesindi, herkesin canı yanıyordu, bu acı ortaktı. Fakat herkesin karşısında dik duracak olan, herkesi teskin edecek, yüreklerinin feryadını dindirecek olan bir tek kendisiydi. Bunu iyi biliyordu çünkü en güçlü olan ve olmak zorunda kalan hep o olmuştu şimdiye dek. Bazı şeyler insanın üzerine adı gibi yapışır ve ömrü boyunca onunla kalır. Bu da öyle bir şeydi.
Meryem çocukluğundan beri hep sakin, soğukkanlı, metanetli biriydi. Yedi yaşındayken babasını kaybettiğinde ağlayamamıştı çünkü. Anlayamamıştı çünkü babasını nasıl kaybeder insan. Sonra çok ağladı kuytu köşelerde, her gece düşündü babasını, ama bir kez ağlamadığını görmüşlerdi işte. Ondan sonra da insan içinde hiç ağlamamaya özen gösterdi. On sekizinde üniversite sınavlarına hazırlanırken kanser olduğunu öğrendi. Bir süre annesine ve kardeşine söylemedi önce. Hastalık ilerleyince öğrendiler tabii ki. Erken teşhis olduğundan tedaviye çabuk cevap vermişti. E soğukkanlı bir de, serde yiğitlik var. Aradan bir sene geçti kazanıp da gidemediği üniversitesine başladı. Tıp fakültesi. Çocukluğundan beri herkesin doktor olacak bu kız dediğiydi neticede. Onun gönlünde salt doktorluk yoktu gerçi. Büyük hayalleri vardı onun. Doktor olmayan yerlere gönüllü gidecekti, savaş bölgelerinde görev alacaktı, nerede ihtiyaç en çoksa orada olacaktı. Bakınca 'insan'a ihtiyaç olmayan yer yoktu ya, olsun.
Üniversite 2. sınıfta Nazım'la tanıştı. O sırada Nazım iktisat 3. sınıf öğrencisiydi. Çok sevdiler birbirlerini. Hani bir insana gönül verirsin, sanki yıllardır onu arıyormuşsun da sonunda kavuşmuşsun gibi hissedersin ya, öyle sevdiler. Kavuşmuşlardı artık. Nazım bir yandan çalışıyor ailesine bakıyordu, babası aylardır çalışamaz halde yatıyordu ve iki kardeşi de okuyordu Nazım'ın. Annesi de evde bir şeyler örüp satıyordu ama nasıl yetsin, geçim derdi insanı boğar, öldürür. Nazım da okul biter bitmez evleneceğiz diyordu sürekli Meryem'e. Sonunda okul bitti. Nazım çalışıyor ama sürekli bir iş bulamıyor kendisine. Gönlünde de hep dayısı gibi uzman çavuş olmak var. Ama önceleri ailesi izin vermediğinden başlıyor iktisat okumaya, sonra da çalışacak mecbur eve ekmek götürmesi lazım. Mezun olduğu sene hemen söz verdiği gibi gidip istiyor Meryem'i ailesinden, e iki tarafında elinde yok, avucunda yok. Annesi bakıyor ki seviyor bunlar birbirini, tamam diyor. Düğünsüz derneksiz evleniyorlar. Kimse de neden diye soramıyor zaten. Meryem'in annesi maaş alıyor, o evi geçindiriyor, Meryem'e de destek çıkıyor elbet. Yine de Meryem ne annesine ne Nazım'a yük olmak istemiyor. Resme yeteneği var zaten, çocukluğundan beri çiziyor. Biraz onunla biraz üstüne eklediği çabalarla kendi kendine freelance işler buluyor. Bu sırada Nazım da bir iki işe giriyor biraz çalışıyor sonra ayrılıyor bir şekilde.
Tüm bunlar olduğu sırada annesi bir kaza geçirip vefat etti Nazım'ın. Bir ay sonra zaten hasta babası hepten kötüleşti onu da toprağa verdiler. Nazım vakti geldi askere gitti, sonra askerde kalmaya karar verdi. Hayallerini gerçekleştirmenin vakti gelmişti belki de. Nazım sınırda bir ilçeye atandı en nihayetinde. Bu sırada Meryem de mezun olmak üzereydi. Mezun olunca Nazım'ın yanına gitti hemen. Nazım kardeşlerine harçlık gönderiyordu, onlar da abileri gibi hem çalışıp hem de okuyordu, idare ediyordu hepsi.
Meryem aylar sonra hamile olduğunu öğrendi. Buradaki düzenleri güzeldi. Annesini de yanına almıştı artık, kardeşi de üniversiteye başlamıştı. Meryem doğumdan birkaç ay sonra göreve başladı. Bir kızları olmuştu. İsmini, ay parçası anlamında, Mehpare koydular. Adı gibi yaşarmış ya insan. Bebecik de adı gibi ay parçasıydı sanki.
Aradan 2 yıl geçti. Meryem bir gece nöbetteydi. O gece Nazım'da askerlerle sınıra gideceklerdi, sınırdan geçişler olacağına dair bir bilgi gelmişti. Meryemle telefonda konuştular. Nazım helallik istedi, Meryem de Allah'a emanet olun dedi. Hani şehit olmadan önce hissedilirmiş ya bazen. Bu da onun gibi bir şeydi sanırım. Gecenin ilerleyen saatlerine doğru acile birkaç asker getirilmiş, Meryem hemen koşmuş, bakmış içlerinde Nazım yok, hemen ameliyata girmiş askerlerden iki tanesi ağır yaralıymış, birini kurtarabilmişler fakat diğeri daha çok kan kaybetmiş ve ne yazık ki kurtaramamışlar. Meryem onun acısıyla çıkmış ameliyathaneden. Sabaha doğru yorgun ve hüzünlü çıkıyormuş hastaneden. Bir yandan da Nazım'ı merak ediyor tabii. Bir haber gelmiş o sırada. Eşiniz gece hain bir saldırıda şehit düşmüştür. Meryem ne yapacağını bilmez halde fakat sanki daha önceden hissetmiş de acısını içine atmış gibi solgun ve durgun gelmiş eve. İçeri girince annesine sarılmış, uzunca kalmışlar öyle. Meryem'in gözlerinden yaşlar akmaya başlamış birden. Hıçkıra hıçkıra ağlamış, sanki yıllarca dökemediği gözyaşlarını akıtmış içinden. Dakikalarca ağlamış öyle. Mehpare uyanıp gelmiş içerden, o gelince susmuş. Kucağına almış onu, koklamış, öpmüş. Hayattaki en sevdiği insandan ona emanet kalana bakmış. Mehpare anlamış gibi sarılmış annesine kocaman. Küçücük çocuk susmuş, hiçbir şey dememiş.
*İnsan acıları yaşayamıyor yüreğinin en derinine işleyince. Kalbindeki ağrıyı söküp atamıyor. O acı onunla bir ömür hep yanıbaşında geliyor.
Ateş düştüğü yeri yakıyor, etrafa dumanları yayılıyor, dumanlar ciğerlere doluyor, yine de tam anlamıyla hiçbir gerçeklik karşılık vermiyor bunlara.
Söylenen her kelime sadece havada süzülen toz taneleri gibi, anlamsız ve ziyade.
Arkasını döndüğünde annesiyle göz göze geldi. Yanı başında henüz 3'üne giren kızı duruyordu. Omuzlarındaki yük sadece onda değildi, yine de sadece ona yüklenmiş olanları da vardı. Evet şehit herkesindi, herkesin canı yanıyordu, bu acı ortaktı. Fakat herkesin karşısında dik duracak olan, herkesi teskin edecek, yüreklerinin feryadını dindirecek olan bir tek kendisiydi. Bunu iyi biliyordu çünkü en güçlü olan ve olmak zorunda kalan hep o olmuştu şimdiye dek. Bazı şeyler insanın üzerine adı gibi yapışır ve ömrü boyunca onunla kalır. Bu da öyle bir şeydi.
Meryem çocukluğundan beri hep sakin, soğukkanlı, metanetli biriydi. Yedi yaşındayken babasını kaybettiğinde ağlayamamıştı çünkü. Anlayamamıştı çünkü babasını nasıl kaybeder insan. Sonra çok ağladı kuytu köşelerde, her gece düşündü babasını, ama bir kez ağlamadığını görmüşlerdi işte. Ondan sonra da insan içinde hiç ağlamamaya özen gösterdi. On sekizinde üniversite sınavlarına hazırlanırken kanser olduğunu öğrendi. Bir süre annesine ve kardeşine söylemedi önce. Hastalık ilerleyince öğrendiler tabii ki. Erken teşhis olduğundan tedaviye çabuk cevap vermişti. E soğukkanlı bir de, serde yiğitlik var. Aradan bir sene geçti kazanıp da gidemediği üniversitesine başladı. Tıp fakültesi. Çocukluğundan beri herkesin doktor olacak bu kız dediğiydi neticede. Onun gönlünde salt doktorluk yoktu gerçi. Büyük hayalleri vardı onun. Doktor olmayan yerlere gönüllü gidecekti, savaş bölgelerinde görev alacaktı, nerede ihtiyaç en çoksa orada olacaktı. Bakınca 'insan'a ihtiyaç olmayan yer yoktu ya, olsun.
Üniversite 2. sınıfta Nazım'la tanıştı. O sırada Nazım iktisat 3. sınıf öğrencisiydi. Çok sevdiler birbirlerini. Hani bir insana gönül verirsin, sanki yıllardır onu arıyormuşsun da sonunda kavuşmuşsun gibi hissedersin ya, öyle sevdiler. Kavuşmuşlardı artık. Nazım bir yandan çalışıyor ailesine bakıyordu, babası aylardır çalışamaz halde yatıyordu ve iki kardeşi de okuyordu Nazım'ın. Annesi de evde bir şeyler örüp satıyordu ama nasıl yetsin, geçim derdi insanı boğar, öldürür. Nazım da okul biter bitmez evleneceğiz diyordu sürekli Meryem'e. Sonunda okul bitti. Nazım çalışıyor ama sürekli bir iş bulamıyor kendisine. Gönlünde de hep dayısı gibi uzman çavuş olmak var. Ama önceleri ailesi izin vermediğinden başlıyor iktisat okumaya, sonra da çalışacak mecbur eve ekmek götürmesi lazım. Mezun olduğu sene hemen söz verdiği gibi gidip istiyor Meryem'i ailesinden, e iki tarafında elinde yok, avucunda yok. Annesi bakıyor ki seviyor bunlar birbirini, tamam diyor. Düğünsüz derneksiz evleniyorlar. Kimse de neden diye soramıyor zaten. Meryem'in annesi maaş alıyor, o evi geçindiriyor, Meryem'e de destek çıkıyor elbet. Yine de Meryem ne annesine ne Nazım'a yük olmak istemiyor. Resme yeteneği var zaten, çocukluğundan beri çiziyor. Biraz onunla biraz üstüne eklediği çabalarla kendi kendine freelance işler buluyor. Bu sırada Nazım da bir iki işe giriyor biraz çalışıyor sonra ayrılıyor bir şekilde.
Tüm bunlar olduğu sırada annesi bir kaza geçirip vefat etti Nazım'ın. Bir ay sonra zaten hasta babası hepten kötüleşti onu da toprağa verdiler. Nazım vakti geldi askere gitti, sonra askerde kalmaya karar verdi. Hayallerini gerçekleştirmenin vakti gelmişti belki de. Nazım sınırda bir ilçeye atandı en nihayetinde. Bu sırada Meryem de mezun olmak üzereydi. Mezun olunca Nazım'ın yanına gitti hemen. Nazım kardeşlerine harçlık gönderiyordu, onlar da abileri gibi hem çalışıp hem de okuyordu, idare ediyordu hepsi.
Meryem aylar sonra hamile olduğunu öğrendi. Buradaki düzenleri güzeldi. Annesini de yanına almıştı artık, kardeşi de üniversiteye başlamıştı. Meryem doğumdan birkaç ay sonra göreve başladı. Bir kızları olmuştu. İsmini, ay parçası anlamında, Mehpare koydular. Adı gibi yaşarmış ya insan. Bebecik de adı gibi ay parçasıydı sanki.
Aradan 2 yıl geçti. Meryem bir gece nöbetteydi. O gece Nazım'da askerlerle sınıra gideceklerdi, sınırdan geçişler olacağına dair bir bilgi gelmişti. Meryemle telefonda konuştular. Nazım helallik istedi, Meryem de Allah'a emanet olun dedi. Hani şehit olmadan önce hissedilirmiş ya bazen. Bu da onun gibi bir şeydi sanırım. Gecenin ilerleyen saatlerine doğru acile birkaç asker getirilmiş, Meryem hemen koşmuş, bakmış içlerinde Nazım yok, hemen ameliyata girmiş askerlerden iki tanesi ağır yaralıymış, birini kurtarabilmişler fakat diğeri daha çok kan kaybetmiş ve ne yazık ki kurtaramamışlar. Meryem onun acısıyla çıkmış ameliyathaneden. Sabaha doğru yorgun ve hüzünlü çıkıyormuş hastaneden. Bir yandan da Nazım'ı merak ediyor tabii. Bir haber gelmiş o sırada. Eşiniz gece hain bir saldırıda şehit düşmüştür. Meryem ne yapacağını bilmez halde fakat sanki daha önceden hissetmiş de acısını içine atmış gibi solgun ve durgun gelmiş eve. İçeri girince annesine sarılmış, uzunca kalmışlar öyle. Meryem'in gözlerinden yaşlar akmaya başlamış birden. Hıçkıra hıçkıra ağlamış, sanki yıllarca dökemediği gözyaşlarını akıtmış içinden. Dakikalarca ağlamış öyle. Mehpare uyanıp gelmiş içerden, o gelince susmuş. Kucağına almış onu, koklamış, öpmüş. Hayattaki en sevdiği insandan ona emanet kalana bakmış. Mehpare anlamış gibi sarılmış annesine kocaman. Küçücük çocuk susmuş, hiçbir şey dememiş.
*İnsan acıları yaşayamıyor yüreğinin en derinine işleyince. Kalbindeki ağrıyı söküp atamıyor. O acı onunla bir ömür hep yanıbaşında geliyor.
Ateş düştüğü yeri yakıyor, etrafa dumanları yayılıyor, dumanlar ciğerlere doluyor, yine de tam anlamıyla hiçbir gerçeklik karşılık vermiyor bunlara.
Söylenen her kelime sadece havada süzülen toz taneleri gibi, anlamsız ve ziyade.
ziyadesiyle kalpten bir yazı olmuş
YanıtlaSilKalbimiz hep böyle güzelliklere gebe olsun inşallah, teşekkür ederim 🌿
Silböyle güzel şeyler beni hep duygulandırır
YanıtlaSil